16 Aralık 2011 Cuma

Budala

Fyodor Mihayloviç Dostoyevski:
(d: 11 Kasım 1821, Jülyen: 30 Ekim, Moskova - ö: 9 Şubat 1881, Jülyen: 28 Ocak, Sankt Petersburg), Rus roman yazarıdır. Çocukluğu sarhoş bir baba ve hasta bir anne arasında geçiren Dostoyevski, annesinin ölümünden sonra Petersburg'taki Mühendis Okulu'na girdi. Babasının ölüm haberini burada aldı. Okulu başarıyla bitirdikten sonra İstihkâm Müdürlüğü'ne girdi. Bir yıl sonra istifa ederek buradan ayrıldı. Ordudan ayrıldıktan sonra edebiyata yönelen Dostoyevski'nin ilk kitabı İnsancıklar, 1846 yılında yayımlandı. Bu eserinin ardından yazdığı kitaplarla beklediği başarıya ulaşamayan Dostoyevski'nin umudu kırıldı ve politikayla ilgilenmeye başladı.
1849 yılında devlet aleyhindeki bir komploya karıştığı iddiası ile tutuklandı. Sekiz ay hapisanede kalan Dostoyevski, kurşuna dizilmek üzereyken diğer sekiz tutuklu arkadaşı ile affedildi. Cezası dört yıl kürek, altı yıl da adî hapse dönüştürüldü. Cezasını çekmesi için Sibirya'da bulunan Omsk Cezaevi'ne gönderildi. Burada geçirdiği dört yılın ardından er rütbesi ile hizmete verildi. Subaylığa kadar yükseldi. 1857 yılında Maria Dmitrievna Isayeva ile evlendi. Beş yıl boyunca görev yapan Dostoyevski, 1859 yılında özgür bırakıldı ve Petersburg'a yerleşti.
Petersburg'a döndükten sonra Ezilenler (1861) ve Ölüler Evinden Anılar (1862) adlı eserleri yazdı. Kardeşiyle birlikte iki dergi çıkardı. 1862'de arzuladığı Avrupa seyahatini gerçekleştirdi. Sara nöbetleri ve kumar bağımlılığı yüzünden maddi açıdan darlığa düştü. Bu dönemde Yeraltından Notlar (1864), Suç ve Ceza (1866), Kumarbaz (1866), Budala (1868), Ebedi Koca (1870) ve Ecinniler (1872) gibi eserleri yazdı. Eşinin ölümünden sonra sekreteriyle evlendi. Yeniden borçlandı ve kumaranelerde gezmeye başladı. Kızının ölümünün ardından büyük bir sarsıntı geçirdi. Delikanlı (1875), Bir Yazarın Günlüğü (1876) ve Karamazov Kardeşler (1879) adlı eserlerinde yazarlık hayatı boyunca konu edindiği temaları yeniden ele aldı. Karamazov Kardeşler adlı yapıtını üç yılda bitiren Dostoyevski, bir ciğer kanamasıyla yatağa düştü ve 28 Ocak 1881 tarihinde öldü. Dostoyevski için 31 Ocak 1881 tarihinde yapılan cenaze töreninde yaklaşık otuz bin kişi tabutunun arkasından yürüdü. Dünya edebiyatını en çok etkileyen ve en çok okunan yazarlardan biri olan Dostoyevski'nin eserleri birçok 20. yüzyıl düşünürünün fikirlerini derinden etkiledi.





BUDALA
Kitap Özeti:
Hasta prens Mişkin Rusya’dan İsviçre’ye Şnayder adlı bir doktorun kliniğine yollanır. Prens çok acı çeken bir insandır ve ara sıra hastalığıyla ilgili nöbetler geçirmektedir. Nöbet geçirdikten sonra budalalaşır ve afallar. Çocukları çok seven prens köydeki çocukların kalbini kazanmasıyla iyileşme sürecini de ivmelendirir.
Köydeki yoksul bir kızla ilgilenmesinden dolayı da çevresi tarafından ayıplanmaktadır. Nedeni ise kızın annesinin ölümünden sonra lanetlenmiş olmasıdır. İsviçrede üç sene kalan prens bir çok acılarla Rusya’ya döner ve soyunun son bireyiyle tanışmak için atılımlarda bulunur. Onunla tanışması aynı evde yaşayan Ganya ile tanışmasına da vesile olur. Ganya prense Nastasya’nın portresini gösterir ve prens artık Nastasya’ya çoktan vurulmuştur. Onu her ne pahasına olursa olsun aramaya başlar ve sonunda da bulur ve evlenme teklif eder. Buhranlı bir dönemde olan Nastasya bu teklifi kabul eder gibi yapıp reddeder ve Rogo Jin adındaki biriyle evlenmeye karar verir. Bu evlilikten sonra tekrar Mişkin’e kaçan Nastasya daha fazla dayanamayarak tekrar geri döner.
Hala Moskova’da bulunan Mişkin Nastasya’yı aramak için Petersburg’a gelir. Prens Mişkin Nastasya’yı aradığını bir sır gibi saklamaktadır. Bu günlerde Prens Mişkin bazı özel günlerde evinde partiler verir ve bu partilere de kitabındaki bütün kahramanları çağırır. Bu kişilerden Aglaya adındaki kadın ise Prensi deliler gibi sevmektedir ve ona “Yoksul Şövalye” gibi imalarda bulunmaktadır. Bunları ise mektuplarında sık sık dile getirmektedir. Sonunda aglea ile Prens Mişkin nişanlanmaya karar verirler. Böylece Prens ikinci kez Ganya’nın sevdiği kadını elinden alır. Ancak bu nişandan da vazgeçen Mişkin Nastasya ile evlenmeye karar verir. Ancak aynı zamanda Aglaya’yı çok sevdiğini de bilmektedir. Nastasya ile evlenecekleri sırada Rogo Jin gelir ve Nastasya’yı sessizce alır gider. Mişkin bunu sakince karşılar ve birşey diyemez. Rogo Jin Nastasya’yı Petersburg’ta öldürür ve bunu da Prens gelince öğrenir ve tekrar krize girerek budalalaşır. En sonunda Şnayder’in kliniğine gönderilir. Aglaya ise Polonyalı bir kontla evlenir. Rogo Jin ise 15 yıllığına İsviçre’ye sürülmüştür.





Kitap İncelemesi (David Damrosch’nın Dünya Edebiyatı Nasıl Okunmalı? kitabı doğrultusunda):
Dostoyevski, bu eserinde sara hastası bir genç adamı kitabın merkezine yerleştirmiştir. Budalalık derecesinde iyi olan Prens Mışkin dünyada dürüst ve açık bir insan olarak yaşamanın zorluklarını gözlemektedir. Dostoyevski Prens Mişkin’in yaşadıkları üzerinden toplumun ne kadar da iki yüzlü bir sistem üzerine dayanarak ayakta durduğunu gözler önüne sermektedir. Tabiki de böyle bir dünyada dürüst olmak demek "budala" olmak demektir.
Roman bir Dostoyevski klasiği olarak son derece akıcı ve derindir. Gerilimler ve bunların sonucu boşalmalarla yüklü psikolojik ögelerin ağırlıklı olarak kullanıldığı bir eserdir. Dostoyevski burada ideal bir erkek nasıl olmalıdır sorusuna yanıt vermek istemiştir.
Kitapta yaşananlar 19. yüzyıl ortalarındadır. Romanın kahramanı, ideal erkek ve ideal insan olarak öne çıkan özellikleriyle Prens Lev Nikolayeviç Mişkin. Ayrıca Prens Mişkin saralıdır. Tedavi gördüğü İsviçre'den döndüğünde elindeki giysi çıkınından başka hiçbir şeyi yoktur. Dönüş yolunda yanındakileri kişiliği, saflığı ve dürüstlüğü ile etkiler.  Petersburg'da kendisiyle uzaktan akraba olan Lizaveta Prokovyevna'yı ve General olan eşini görmek üzere Yepançinlere gider. Burada generalin üç kızı, Aglaya, Adelaida ve Aleksandra ile de tanışır. Prens, ilginç kişiliği ile de aileyi ve Petersburg'da tanıştığı diğer insanları etkiler.
Yazar  bu kitabında, özellikle üçüncü bölümden sonra hissedilmeye başlanan, toplumsal eleştirilerine ve Rus toplumu hakkındaki görüşlerine yer verir. Rusların aslında bir vatan anlayışının bulunmadığını dile getirir.  Bu yüzden de diğer her şeye sonuna kadar inanabildiklerini öne sürer. Bu da akıllara Rusların inançsızlığa bile sonuna kadar inanabilecek garip insanlar olduğu kanısını getirir. Rus yaşamının ve uğruna savaştıkları şeylerin ne kadar garip olduğunu düşündürmektedir. Bir tutku ve aşk romanı olan Budala, Dostoyevski'nin yazdığı ilk büyük aşk romanı olarak anılmaktadır.  Fakat aynı zamanda Rus toplumu hakkında yerinde eleştiriler içermektedir. Bu nedenle toplumsal bir eleştiri romanı olarak da anılabilir.
Budala'da aynı zamanda hemen hissedilir bir hiyararşik Rusya düzeni anlatılmıştır. Rusya'yı üç gruba ayıran Dostoyevski bunları kaymak, yüksek gelir  tabakası, bu tabakaya yükselmeye çalışan ve yüksek gelirliler tabakasından birçok tanıdığı olan orta tabaka ve bu iki tabakanında hor görüp beğenmediği bir tabaka olan en alt tabaka olarak adlandırır. Romanda bunlar göz önüne örneklerle serilmiştir. Romandaki Epançinler'in bir nevi bakıcılığını üstlenmiş olan Moskovalı Belonskayalar en üst tabakayı, Epançinler orta tabakayı ve Hipolit, Lebedev gibileride en alt tabakayı oluşturur.
Hritiyan ve Hazreti İsa ahlakının parodisi olarak da görülebilecek bir ahlak anlayışı vardır. Bu ahlaka  sahip peygamberimsi bir kahraman olan Prens Mişkin'in yaşamı kendi iç dünyasını seyre dalmakla geçmektedir. İnsanlarla her türlü alışverişten arınmıştır. Budalalık derecesinde iyi olan Prens Mişkin, tam bir saflık ve masumiyet içerisinde olup aynı zamanda Dostoyevski'nin ifadesiyle hastalık derecesinde dünya nimetlerinden ve hırslarından kopmuş bir budalalık içerisinde yaşamaktadır. Sevmekten başka bir şey gelmez elinden. Müthiş bir zekâ sahibidir. Çevresindekiler, onu her zaman yadırgarlar, ama onsuz da edemezler. Kendisi de saralı olan Dostoyevski, romanının kahramanına kendi kişiliğinden pek çok şey koymuştur. Prens Mişkin'in anıları, aslında Dostoyevski'nin anılarıdır. Prens Mişkin'in romanının bir yerinde anlattığı, siyasal görüşlerinden dolayı kurşuna dizilme cezası alan bir adamın öyküsü, aslında Dostoyevski'nin başından geçmiş bir olaydır.
Dünyanın gelmiş geçmiş en güzel aşk romanlarından olan Budala, Dostoyevski'nin de dört büyük romanından biridir. Dostoyevski'nin en unutulmaz kadın kahramanı olarak kabul edilen Nastasya Filopovna, ünlü Rus romancının, Prens Mişkin'in kişiliğinde vermek istediği güçlü aşkın yöneldiği kişilerden biridir. Nastasya Filopovna güzelliğin, baştan çıkarıcılığın, olgun kadınlığın, hafifmeşrepliğin simgesidir. Filopovna bütün bu yönlerinin bilincinde olan ve zaman zaman hırçınlıkla kendini dışa vuran gizli bir utancı taşıyan bir karakter olarak Dostoyevski'nin diğer kadın karakterlerinden ayrılır. Romanın bir diğer ilginç kadın kahramanı Aglaya İvanovna da gençliğin, duyarlılığın ve zekânın sembolüdür. Budala insanlık tarihinde yazılmış olan en güzel, en sarsıcı, en etkileyici romanlardan biri olarak kabul edilir.

DOGMA


Katolik inancını yoğun bir şekilde eleştiren bu film, adından da anlaşılabileceği gibi doğmatik inançları sorgulamakta ve dinin ne kadar da doğmatik olduğunu vurgulamaktadır.
Filmde komik bir şekilde ele alınan konular; başta meleklerin insanlara görünür bir şekilde yoldaşlık etmesi, doğru bilinen bir çok dini öğretinin aslında yanlış olduğu, özgür irade kavramının aslında hiç olmadığı, dini gerçeklerin çocuğunun başta katolik kilisesi tarafından değiştirildiği, tanrının bile insani özelikleri olduğu, tanrı dahil meleklerin de birşeylere  gereksinim duyduğu veya insani zevkleri olduğu, bir çok dini öğenin aslında sorgulanması gerektiğidir.

Dini öğretilere göre insana yoldaşlık eden iki melek bulunur. Filmde bu meleklerin yerini kurtarıcı kadına yoldaşlık eden farklı zevklere düşkün iki peygamber almaktadır. Bu peygamberler ile, aslında peygamberlerin ne kadar da insancıl varlıklar olduğu, sıradan insanlardan farklı olmadıkları, mucizelerinin tesadüflerden ve doğal yeteneklerinden kaynaklanan sıradan olaylar olduğu anlatılmaktadır. Ayrıca bu peygamberler ile, peygamberlerin birer kukladan farklı olmadıkları dile getirilmiştir. Çok fazla zekalarını kullanmayan bu insanlar, kendi kararlarından daha çok çevrelerinden ve ilahi güçten aldıkları talimatları yerine getirmektedirler. Gerçek hayatta da dini liderlerin birer siyasi lider olduğu veya siyasi otoriteler tarafından yönlendirilebildiği düşünülürse; Dogma filmi bu konuda da çok yerinde eleştirilerde bulunmuş diyebiliriz.
Özgür irade,  aslında insanların anlamakta çok güçlük çektiği veya var olmadığını düşündükleri  bir kavram olarak anlatılmış. Dini öğretilere göre insanın kendi kaderini şekilledirirken kader kavramını yanında öğrendikleri özgür irade, aslında insanların kaderlerini kendilerinin yarattıklarını göstermektedir. Filmde ise bu özgür irade konusu baştan sona irdelenmiş ve aslında özgür iradenin   var olmadığı sergilenmiştir.  İlahi olarak görevlendirilen kurtarıcı kadının bir kaç kez bu görevi bırakma teşebbüsleri melekler ve peygamberler tarafından engellenmiştir. Eğer özgür irade varsa kadın neden bu görevini istemesine rağmen bırakamamaktadır?  Buna ek olarak filmde sorgulanan “insan ne amaç için yaratıldı” sorusu karşılık bulmamaktadır. Ve bu karşılık bulmayan soruya ek olarak “insan ne için ibadet etmek zorundadır ve ibadet etmeyi seçmeyen( ki özgür iradeleri buna el vermektedir) kişiler neden cehenneme gitmektedir?”  soruları da sorulmaktadır. İnsanlara özgür irade veren tanrı, kendi isteği doğrultusunda ona ibadet etmeyenleri  cehenneme göndermekte ve aslında özgür irade kavramının gerçekten de ne kadar yapmacık bir yalan olduğunu ortaya koymaktadır.
Filmde, dini bir çok öğretinin aslında çok farklı olduğu gösterilerek katolik kilisesi ağır bir şekilde eleştirilmiştir. Kilisede kabul edilen her şeyin uygulanması gereken zorunluluklar olduğu, bu zorunluluklara uyarak cennete gidilebileceği dile getirilmiştir. İnsanları yönetmenin ve denetim altında tutmanın en kolay yolu olarak din gösterilmiş ve dini kurallar değiştirilerek insanlar üzerinde kaybedilen otorite tekrar kazanılmaya çalışılmıştır. Gerçek dünyada ise kilise sağlam bir otoriter güç olarak karşımızdadır. Ve filmde yapılan eleştiriler ile bu otoritenin aslında gerçek ilahi bir dayanağının olmadığı asılsız bir kurallar bütünü olduğu vurgulanmıştır. Bu yüzden de bize öğretilen bir çok dini öğretinin aslında sorgulanarak kabul edilmesi veya kabul edilmemesi gerekliliği anlatılmaktadır. İnsanlar inançları doğrultusunda yaşamak için kilisenin dediği her şeyi yerine getirmek zorunda değildir. Sorguladıkları ve kabul ettikleri doğruları dini kurallar olarak olarak algılamalıdırlar.
Yukarıdakilere ek olarak filmde tanrı kavramı çokça sorgulanmaktadır. Evet bir yaratıcı olduğu kabul edilmiştir ama bu yaratıcının sadece doğa üstü güçleri bulunmaktadır. Bu doğa üstü güçlere ek olarak insandan ayırt edilebilir hiç bir özelliği yoktur. Filmde tanrıya yaratma gücü olduğu düşünülerek kadın imgesi yakıltırılmıştır ama bu kadın vücudunda hapsolmuş varlık erkeksi isteklere de sahip bir şeydir. Tanrı tam anlamıyla insanlaştırılmış ve bir anlamda dünyamızı yaratanın insan olduğu ve yok edenin de insandan başka bir varlık olamayacağı anlatılmıştır. Ayrıca filmde tanrının gücü sorgulanmıştır. Dünya ve dünya düzeni yok olmanın eşiğindeyken bir insanın vücudunda dünyada hapsolmuş olan tanrı, kendi gücüyle bile oradan kurtulamamış, yarattığı her şeyin yok olacağını bilmesine rağmen kendi çabasıyla hiç bir şey yapamamıştır. Ayrıca kendi yarattığı varlıklara bile hitap etmekten yoksun olan tanrı kendi insanlarıyla iletişim kuramamakta onlara anlatmak istediklerini başka bir ilahi varlık yorumlamaktadır. Tanrının acizliği aşırı derecede ön plana çıkarılmıştır.
Doğmatik olarak hiç bir sorgulama gereksinimi duymadan kabul ettiğimiz dini öğretiler, bu filmde komik olaylarla eleştirilmiştir. En sağlam dini öğretilerin ve kavramların hedef alınması nedeniyle film, dikkatli gözler için, tamamen sorgulanmış dini öğretiler bütünü olarak karşımıza çıkmaktadır.

One Flew Over The Cuckoo’s Nest

Türkçe’ye Guguk Kuşu ismiyle çevirilerek büyük bir isim kaymasına neden olmuş olan bu film Jack Nicholson’un nasıl kariyer yaptığını gözler önüne seren bir filmdir. Rolünü hakkıyla ve de fazlasıyla yerine getiren Nicholson; bu film ile en iyi erkek oyuncu Oscar’ını kazanmıştır. 1962 yılında Ken Kesey’in kaleme aldığı romandan uyarlanarak 1975 yılında sinemaseverlerin beğenisine sunulmuştur.
Çekildiği yıl göz önüne alınırsa çekim açılarının kötülüğü göz ardı edilebilir.  Fakat; yönetmene Oscar kazandıran bu film, konusuyla ön plana çıkmakta ve bir süre sonra çekim açıları, bazı yönetmen hataları göz ardı edilebilmektedir.


Özgürlüğünün kısıtlanmasına katlanamayan insanlar ile gerçek dünyanın tehlikelerinden, sorunlarından  kaçmak için özgürlüğünün kısıtlanmasına göz yuman insanların hikayesi anlatılmıştır. İşlediği suç nedeniyle hapse düşen Jack Nicholson; daha hafif şartlara sahip olduğu için deli hastanesine gitmeyi ister. Bu nedenle deli taklidi yapar. Deli hastanesinde kendisini, özgürlüğünü bilerek terketmiş insanların beklediği bir gruba liderlik ederken bulur. Grubundakileri özgürleştirmek, onları gerçek dünyanın zevkleriyle tanıştırmak için baş hemşire ile sürekli karşı kaşıya kalır. Sonradan zıtlaştığı bu insanın onun özgürlüğünü de elinde bulundurduğunu öğrenir. Bunun üzerine kaçmaya karar verir ve kaçacağı akşam en yakın arkadaşını dünya zevkelerinden biriyle tanıştırır ve kaçamaz. Kaçma planı öğrenilir ve cezalandırılır. Böylelikle o da özgürlüğünün elinden alındığından haberdar olmayan bir birey olarak kalır.
Filmde bazı insanların dünyanın acımasızlığından, risklerinden, kaygılarından korkarak özgürlüklerini başkalarına teslim etmeleri ve teslim edilen kişlilerinde aslında onları gerçek dünyaya karşı korkutarak nasıl birer korku imparatorluğu kurdukları anlatılmıştır. Bu korku imparatorluğu o kadar baskındır ki gerçek dünyayla yüzleşmekten korkan insanlar kendi canlarına kıyabilmektedir.
Filmde korku imparatorluğunun başı olarak baş hemşire çıkmaktadır karşımıza. Tüm izinler, yapılan etkinlikler onun iznine tabiidir. Hatta oradakilerin özgürlüklerinin süresini, ne zaman özgür olabileceklerini o belirlemektedir. Yaptığı terapiler ile insanların korkularıyla yüzleşmesini sağlamayı hedeflerken onların daha fazla korkmalarını sağlamaktadır.Bu yüzden oradaki birçok insan özgür olmaktan kaçınmakta ve kendilerini bu hemşirenin ellerine bırakmaktan mutlu olmaktadır.
Jack Nicholson’ın hastaneye gelmesiyle işler değişir. Tamamiyle özgür bir ruha sahip olan bu adam, diğerlerinden farklı olarak sadece kendi özgürlüğünü değil diğerlerinin de özgürlüklerini, kendilerine güvenlerini kazanmalarını sağlamaya çalışmaktadır. Başta acıma duygusuyla yaklaştığı bu adamlara, zamanla kendi özgürlüğününde bağlı olduğunu düşünür ve onları özgürleştirdikçe kendisinin daha da özgür olabileceğini düşünmeye başlar. Onlara özgürlüğü, karar verme yetisine sahip olduklarını, hayatın sadece orasıyla sınırla olmadığını, yaşadıkları dünyanın duvarlarının dışında da rahatça yaşabildiklerini göstermeye çalışır. Bu yaptıklarıyla adeta diktatörler tarafından idare edilen ülkelerdeki halkları özgürleştiren insanlardan bir farkı yoktur.Diğer yandan başhemşirenin gücü elinde bulundurması; seçme özgürlüğünün orada yaşayanlara tanınmamasını gözler önüne serer. Bir spor müsabakası izlemek için yapılan oylamada başhemşirenin yaptıkları gerçektende çok çarpıcıdır. İktidarda yer alanların oylamaları nasıl kendi lehlerine çevirdiklerini, nasıl istedikleri seçimi kazanabildiklerini gösterir bu oylama. Neyi oyladıklarının farkında bile olmayan insanlara oy hakkı tanınarak, sesini yükseltmeyenlerin kendilerinden olduklarını varsayarak yaptıkları bu seçimleri asla kaybetme şansları yoktur gücü elinde bulunduranların.
Çeşitli olaylarla özgürlük mücadelesi veren bir insanın, baskıcı yönetime karşı gelişini gözler önüne semekte bu film. Korkların üzerinde hakimiyetlerini ebedi kılan insanların gücü ellerinde bulundurmak için yaşattıkları ve insanlar üzerinde kurdukları korku imparatorluğu bir akıl hastanesi üzerinden anlatmakta. Ve hür ruha sahip insanların elbet bu ruhlarını devam ettirecek birilerinin çıkacağını göstermektedir.

To Kill A Mockingbird

Aynı adlı bir romandan uyarlanan bu film, Amerika’da ekonomik bunalımdan sonraki kırsal yaşamı gözler önüne sermesi açısından çok hış bir film niteliği taşımakta. 1962 yapımı olmasına rağmen günümüz filmlerinde az rastladığımız ilginç bir başlangıcı olan bu film, siyah-beyaz ayrımını ve adalet etiğinin olmasını gerektiğini sergilemiş.
Çocuk gözüyle anlatıma başlanan bu film, o günlerin yaşantısından çok güzel örnekler teşkil etmekte. İnsanların siyahlara bakış açısı başta olmak üzere, çocuklara, mesleklere, iş ahlaklarına, adalet sistemine bakışlarını çok iyi yansıtmış. Çocukların arkadaşlıkları, çocukça gözlemler, oyunlar olmak üzere o günün Amerikasını çok iyi irdelemiş. Çocuklar, kendi kafalarında ve kendi aralarında kurguladıkları yaşamlarına; büyüklerin kaygılarını ve beklentilerini de eklemişler. Çocukların anlatımı ve çocuk bakış açısını güzel yansıtan bir film.

O günün Amerikasında az rastlanabilecek bir ahlaka ve ideallere sahip bir avukatın yaşamını ve davranışlarını göstermiş. Belki mecbur kaldığı için (karısı öldükten sonra hizmetçi ve bakıcı olarak siyahi bir kadına güvenmek zorunda kalmış), belki gerçekten de bu mantıkta olduğu için siyahi bir adamın davasını kabullenmiş. İnsanlar tarafından saygı gören fakat kendi çocukları üzerinde etkisi olsa da saygınlığı az olan bir baba portresi çizilmiş. Aslında yaptıklarıyla ve çocuklarının biraz daha akıllanmalarıyla tam yerine oturan bir baba ortaya çıkarılmış. Çocuklarıyla ilgilenmeye özen gösterse de bazen çocuklarına olan sevgisini göstermekten yoksun olan bir baba. Ama bu baba insana değer verdiğini ve yaşayan her canlıya saygı duyduğunu her fırsatta göstermekte. Fakat aynı zamanda hayatın acımasızlığını da kabullenmiş bir şahsiyet. İdeallerinden ödün vermeden yaşamını sürdürmeye çalışması, bir sürü zorluk yaşasa da bunları hiç ir şekilde önemsemeyip umudunu yitirmemesi açısından değerlendirince gerçekten de olağanüstü bir insan çıkarılmış ortaya.  Sosyal bir kahraman yaratılmış. Biraz inandırıcılığını yitirse de savunduğu ve yaptıklarıyla herkesin beğenisini kazanmış bir kişilik.
Filmin ve kitabın asıl amacı o dönemdeki siyah-beyaz ayrımını ortaya sermek. Bunu çok ahatlıkla görebiliyorsunuz. Özellikle yargı sisteminin getirdiği eksikliği de yansıtan bu ayrım; kendisini güvenlik güçlerinde de ortaya iyice çıkarmış. Kişisel yargılamayı ön planda tutan bir komiser(sherif) ile güvenlikten sorumlu olan insanların bu sistemi ne kadar rahat suistimal edeceklerini görebiliyoruz. Ayrıca Amerikan yargı sisteminin temeli olan jüri anlayışı ile adalet sistemine de güvenin az olaması gerektiği göz önüne serilmiş. Sadece beyazlardan oluşan bir jüri ile siyah bir adamı yargılamak. Ve beyazların siyah adamın suçsuzluğuna dair bir çok kanıt bulunmasına rağmen bunu kabullenmeyişleri filmin o dönemdeki anlayışı çok güzel yansıtmasını sağlamış. Küçük kasabalardaki jüri üyeleri sanıkların, davacıların, tanıkların yakınları olduğu için bile bunu rahatlıkla kullanabileceklerini göstermiş. O dönemdeki ve halen devam eden uygulamaları eleştirme biçimi ve bunu çekinmeden göstermesi bu filmi en iyi mahkeme filmeleri arasına sokmuş.
Filmde yarım saatlik bir mahkeme sahnesi kullanılmış. Bu mahkeme sahnesinde yukarı da bahsettiğim yargı eleştirisi yapılırken, mahkemenin sonuna doğru sanığın avukatının konuşması, yaptığı yorumlar ve açıklamalar tarafsız olması gerekenlerin bile siyah-beyaz çatışmasında önemli bir taraf olduklarını sergilemiş. Mahkeme sonunda siyahların onlardan birini savunan avukata bir geçit töreni düzenlemeleri filmin en güzel sahnelerinden biri olmuş. Ezilet, ikinci sınıf muamelesi gören bu insanların onlara birer insan olduklarını hatırlatan bu kişiye duydukları minnet borcunu göstermeleri gerçekten de çok hoş. Fakat yine o dönem için yapılan eleştirilerden biri olarak göz önünde bulundurabileceğimiz bir diğer ayrıntı ise, mahkeme salonunda siyahların ve beyazların aynı kapıdan girmelerine karşın farklı yerlerde oturtulmaları olmuş.ırkçılığın çok fazla ön plana çıkarıldığı bu fimde bu ayrtıntı gözlerden kaçmayacak kadar belirginleştirilmiş.
Siyah-beyaz ayrımının yanı sıra ekonomik zorluklar ve bu zorlukların insanlar üzerindeki etkisi de filmde sergilenen dönem ayrıntılarından biri. Bir çocuğun konuşması bile yoksul fakat ırkçı bir adamı öfkesinden arındırmaya yetmiş. Biraz olağandışı dursa da bu ayrıntı da azlında ekonomik bunalımın gerçekten de insanlar üzerindeki derin etkisini gözler önüne sermiş.
Çocuk gözüyle anlatılan bu filmde; siyah-beyaz çatışması, beyazların üstün durumdaki halleri, yargı ve güvenlik sistemindeki açıklar ve suistimaller bir bir ortaya serilmiş. İzlenmesi gereken klasikler arasına belki bu ayrıntılar ve detay başlıklarından bolayı girmiş bu film.

Noviembre


Bir grup aktör, yakın gelecekte bir zamanda , insanların karşılıksız hiçbir şey yapmadıkları ve  aşırı bireyci, bencil kişiler oldukları doksanların son dönemini hatırlar. Oyunculuk ideallerini gerçekleştirmek için Madrid’e gelen Alfredo, büyük şevk ile başladığı konservatuarı, basmakalıp yöntemlere dayalı eğitimi ve sanat üzerindeki sınırlayıcı yapısı yüzünden yarıda bırakarak arkadaşları ile sokaklardaki özgürlüğü tercih eder. Devam ettikleri oyunculuk okulunda hayal kırıklığına uğrayan bu gençler de hocalarının basmakalıp deslerinden bıkıp sokaklara yönelen Alfredo Baeza'nın ardı sıra sokaklarda yaşaıklarının öyküsü anlatılmaya başlarlar. Alfredo, sanatın dünyayı değiştirebileceğine ya da, belki daha doğrusu, dünyanın vaziyetini değiştirirebileceğine  inanmaktadır. 

 Özgür düşünceli arkadaşlarıyla biraraya gelip "Kasım" adını verdikleri tiyatro grubunu oluşturur; para kabul etmeyeceklerine dair temel bir prensibe dayanan kendi manifestolarını yaratırlar. Metro, caddeler ve herhangi bir kamu alanı sanatsal yaratıcılık mekanına dönüşür ve bu dönüşüm zamanla daha çok insana ulaşmalarını sağlar. Oyuncular yoldan geçenlerle karşılıklı ileşitim kurarlar: oyun oynar, şarkı söyler, çılgın kostümler giyip danseder, kendilerini ifade etmek için pek çok farklı yöntem denerler. Polis malzemelerine el koyduğunda, bu grubu sadece daha fazla ateşler ve performansları gittikçe daha yüklü bir sosyal bilinç kazanır. Gerilim artar, ancak grup para karşılığı bir iş teklifi aldığında hangi yoldan gitmeleri gerektiği konusunda oyuncuların fikirleri birbirlerinden farklıdır. Bu nedenle dağılma tehlikesi yaşarlar. Fakat bu da onları durdurmaz ve en son oyunlarını, hep hayalini kurdukları kraliyet tiyatrosunda gerçekleştirirler.

Dünyayı değiştirmeyi denemek için yola çıkan bir gurup gencin bu amaçlarını gerçekleştirmek yolunda seçtikleri silahları olan sanatın - ki sanatın gücü bu yolda onlar için sadece bir basamaktır- günümüzdeki tekdüzeliğine ve kalıplarına sıkıştırılmasına getirilen bir eleştiri sunuyor Noviembre.

Sanattaki modernist yaklaşımları bolca gördüğümüz bir film olan Noviembre’de Alfredo karakteri, değişimin öncüsü oluyor. Bir konservatuar  öğrencisi olarak karşımıza çıkan Alfredo, tiyatroyu sokağa getirerek başlıyor değişime. Tiayatro sahnelerinin basmakalıp ve kısıtlayıcı yasalarla ve tepkisiz insanlarla kuşatılmış olduğunu görür. Sokaktaysa bu bambaşkadır. Amaç; kendi koltuğunda uysal, sessiz, sakin duran, sahnede olup bitenle etkileşme içinde olmayan kişileri bu durağanlıktan çıkarıp etkin seyirci katılımını sağlayan tiyatroyu gerçekleştirmektir (Bu konuda Alfredo’nun kardeşinin tepkisiz bir hast olduğu ve Alfredo’nun onu eğledirmek için kukla gösterileri yaptığını, yani bu fikrin ortaya atılmasında etkisini olduğunu söyleyebilir).

Özellikle dünyayı değiştirmeyi amaçladıkları için böyle bir yol seçen bu genç tiyatrocular, halk tiyatrosunu popüler eğlence unsurlarından biri haline getirmeyi başarırlar. Kendi içinde çeşitlilik bulunduran bu tiyatro, küçük skeçlerden müzikallere kadar geniş bir yelpazeye sahiptir. En çok dramatik skeçler, dans ve akrobasiden yararlanırlar.

Etkin şekilde kullandıkları seyirci etkileşimi ile seyircinin anlık tepkilerinden yola çıkarak devam ederler oyunlarına. Tamamen doğaçlamadır tiyatroları. Bu sayede bir çok insanı anında etkilemeyi de başarırlar. Sıra dışı oyunlarını kalabalık metro ve caddelerde sergileyerek seyirciyle iç içe olmayı ve sınırsız kitlelere ulaşmayı amaçlarlar. Ne var ki mevcut toplum düzeni de yarıda bıraktıkları konservatuar ve tiyatro sahneleri gibi basmakalıp ve kısıtlayıcı yasalarla ve tepkisiz insanlarla kuşatılmıştır. Günümüzde tiyatro ve sanat, leş kokan kurul odaları, sanatçı ise maaşlı çalışan devlet memurudur. Rahata düşkünlük, bürokrasi, ticarete karşı sanat, insanlara yaşadıklarını hissettirebilir, insanın ruhuna erişerek topluma şuur getirir. O, her türlü ırk, din, dil ve cinsiyetten bağımsız bir silahtır onlar için.

Sokaklar, normal koşullarda sahnede canlandırılması mümkün olmayan şeyleri canlandırmalarına olanak sağlamaktadır. Örneğin; metroda canlandırdıkları tiyatrolarında sahnede gerçekleştirilmesi zor bir çok şeyi gerçekleştirirler. Bunun yanında dinamizm de katmaktadırlar oyunlarına. Dans ritimleri, sınırsız sahne alanının çok hızlı bir şekilde bir kısmının katedilmesi, seyircinin oyunun içine çekilerek içgüdüsel tepki vermesini sağlamak vb..
Alfredo ve arkadaşları tiyatrolarının konularını günlük olaylardan seçiyorlar. Herkesin sokakta, hergün olmasa bile herhangi bir gün rastlayabilecekleri olayları konu ediyorlar. Sahne ve salon kavramını insanların beyninde silip, o günlerde hangi konulara dikkat çekmek istiyorlarsa onu dile getiriyorlar.

Tiyatrolarından birinde sokaktaki olağan tipleri canlandırıyorlar. Herkesin hergün rastlayabileceği  sokak köşesinde sızan bir keş, köşe başında dilenen bir dilenci, bebeği kucağında gezen bir çingene, kolu sakat bir çingene çeri başısı, zar zor yürüyüp de yardım edenleri kendinden uzaklaştıran, yardıma muhtaç olmadığını kanıtlamaya çalışan bir kör ve çöpleri karıştırarak o günlük yiyeceği veya giyeceğini elde etmeye çalışan bir evsiz. Herkesin, her zaman karşılaşabileceği kimseler bunlar. Bu canlandırdıkları karakterler ile sahneye belgesel tiyatro diye birşey çıkarıyorlar. Bu karakterleri sahneliyorlar ve bunların birlikte dans etmelerini sağlıyorlar. Doğanın yansıması gibi, doğa dansın kaynağıdır, her yaratık kendi doğası gereği hareket eder mantığıyla yolaçıkıyorlar. Herkes kendi karepgrafik tarzını oluşturuyorlar. Dansı yalnız sahne ile sınırlandırmıyor, dansın sadece sanat veya dini bişey değil de eğlencenin kendisi olduğunu gösteriyorlar.

Yaptıkları oyunlarda öncelikle yaşama güleryüzle bakan bir tiyatro ortaya koyuyorlar. Ancak bu güleryüzlü bakış, bir yaşam felsefesi ya da yaşam dersi üretmek için kullanılan bir araç değil, kendi başına bir amaçtır. Yaşamı düzeltilebilir ya da düzeltilmesi gereken süreç olarak görmektedirler. Yaşamın içindeki kötü, bozuk bazı unsurlar olduğunu görürler. Ama bunlardan gülümsemek için bir bahane olarak yararlanırlar ve aynı zamanda bu güldürüde eleştiride de bulunurlar. Yaşam karşısındaki, belki de aşırı bu nesnel tavrı, ona kaçınılmaz olarak ahlak-dışı ve dindışı kılar. Onun bu özelliği, tarih boyunca ahlaksızlık ya da dinsizlik olarak algılanmıştır. Oysa yaptıkları  tiyatroda ahlaklı olmayı savunmadığı gibi ahlaksızlığı da savunmaz; dinsel duyguları hedef almadığı gibi, dinsizliği de hedef almazlar.

En büyük eleştirileri ise bu yaptıkları gösterilerin her birinde maddi kaygı oluyor. Diğer sokak sanatçılarını eleştirip onların taklitlerini yaparak, bu yapılanın halk için olduğunu bunun da ücretsiz yapılması gerektiğini dile getiriyorlar. Maddi bir amaç gütmemelerinin sebeplerinden biri de kısıtlanmayı istememeleri. Paranın, onlar için yönlendirici olacağını, yapılan işlere, sahnelenen oyunlara yön verip, halk için tiyatrodansa para için tiyatroculuğa dönüşeceğini düşünüyorlar. Bu nedenle hiç kimseden, hiç bir kuruluştan ayrıca devlet ve şehir yönetimlerinin sunduğu kaynaklardan yararlanmıyorlar. Bu kaynaklardan yararlanmayı reddediyorlar.

Noviembre filmi sanattaki modernist yaklaşımı gözler önüne seren bir film. Tiyatrodaki dönüşümü ön plana çıkararak begesel tiyatrosunun oluşması örneğiyle, sokak tiyatrosunu, seyircinin etkin katılımını, doğaçlama gerçeğini gözler önüne seriyor. Seyircinin, sokağın, dansın, dinamizmin nasıl kullanılması gerektiğini göstermekte.  Tiyatronun bu şekilde gerçekleştirilmesiyle nasıl popüler eğlence unsurlarından biri olarak yoğun bir biçimde kullanılaileceğini belirten bir film.